12.04.2008

Aşk mı? Yansıtma mı?

“Hayal dünyamı cezbediyordun. Şimdi merakımı bile cezbetmiyorsun. Hiç bir etki yaratmıyorsun. Seni sevdim çünkü muhteşemdin, zekiydin, dahiydin, şairlerin hayalleri, sanatçıların şekilleriydin. Aman Tanrım, seni sevdiğim için ne kadar aptalım. Benim için şimdi hiç bir şeysin. Seni bir daha hiç görmeyeceğim, düşünmeyeceğim, adını bir daha anmayacağım. Benim için bir zamanlar ne demek olduğunu tahmin edemezsin, düşünmeye bile tahammül edemiyorum. Keşke seni hiç görmeseydim, hayatımdaki romantizmi mahvettin”— Oscar Wilde, The Picture of Dorian Gray (1890) “

Astrolojik verileri bir yana bırakarak bu yazıda anlatılmak istenilen gerçek aşk ile yansıtmanın farkıdır. Bir kişiyi, aşağıda ifade edildiği şekilde, bütün olumsuz koşullara rağmen ve bütün kontrol mekanizmalarını çökerterek bu kadar köşeye sıkıştıran olguya Jungian dünyada aşk değil “Anima/Animus Yansıtması” deniyor.

“39 Yaşındayım ve 10 yıldır evliyim ve bir oğlumuz var. İş yerinde bir bayan arkadaşım ile son zamanlarda çok yakınlaştık. Her an onu düşünüyorum. Ona karşı duygularım, eşime karşı duygularımın tam tersi (eşim ile artık kardeş gibiyiz). Boşanmayı düşünüyorum, çocuk olduğu için çok zor bir karar ama böyle yaşamakda yaşarken ölmek gibi geliyor. Bu konuda bana fikir verebilir misiniz? Doğum Tarihim…”

Hoş Geldin Anima Yansıtması!

Anima yansıtmasının ( eğer aynı duyguları bir kadın hissediyorsa buna “animus yansıtması” deniyor) başlıca belirtileri bu kişinin yazdıklarının içinde saklıdır. Eğer bir erkek, bir kadına karşı çok yoğun hisler besleyip, adeta yeniden hayata dönmüşcesine bir coşku ile bütün enerjisini ona yönlendiriyorsa, ayrıca bu heyacanı hep yaşamak için ona sahip olması gerektiğini düşünüyorsa ve bu isteğin yoğunluğunda başka her alternatif ona ölüm gibi geliyorsa bu bir anima yansıtmasıdır. Çoğu zaman bu karşıdaki kişi tam olarak tanınmıyordur fakat yine de kişi kendini karşısındaki ile bir bütün ve tam hissediyordur.

Bu arzunun etkisinin büyüklüğü arzuyu yaşayan insanın içinde bulunduğu duygusal boşluk ile dogru orantılıdır. Bu boşluğun temelleri genelde çocukluk yıllarında atılır ancak bu arzunun yaşandığı sırada belki saklanarak, belki bir proje ve iş peşinde ihmal edilen iç dünya ile boşluk giderek büyümüştür. Yapılan iş belki de çok tatminkardır fakat o çok derinlerde olan duygusal boşluğu dolduramıyordur.

En sık gördüğümüz yanlış ise bu boşluğu “aşk” zannedilen bir arzu ile doldurmaya çalışmaktır. Bu arzu aslında bize bir mesajdır. İç dünyamız kaybettiği bir şeyi bizden yeniden talep etmektedir.

Anima erkek zihninin dişi, animus kadın zihninin erkil yönüdür. Jung’a göre erkek içindeki duygusalllığı, kabullenişi, bakma, besleme ve yaratma güdülerini bir kadına yansıtarak kendi iç dünyası ve dış dünya arasında bu kadın aracılığı ile bir köprü kurar. Erkekte ‘anima’ genelde içindeki ‘Tanrı’ imajı (yaratma gücü) ile gelişir. Aynı şekilde kadının içindeki ‘animus’ ona hedeflerine ulaşmada yardım eder, zihinsel netlik sağlar, limitlerini belirler. Kendi egosu ile bilinçaltının bir aracısı olur. Kadınlarda ‘animus’ genelde ‘Baba’ imajı ile gelişir.

Erkeğin/kadının içindeki dişi/erkek yön ona ben senin içindeyim fakat varlığımın farkında değilsin demektedir. Hatta haykırmaktadır, rüyaları ve arzuları ile mesaj göndermektedir. Bu arzu iç dünyasının önceden ne kadar ölü olduğunu kişiye hatırlatır. Kendi benliğini tanımaya çalışmayan, özünde gerçekten kim olduğunu, ne istediğini bilmeyen insanlar bu içlerinde kaybolmuş hayatı başkalarına yansıtır. İçimizde patlayan volkan misali ( eğer bu iç dünya ile orta yaşa kadar bağlantı kurulamamışsa mutlaka orta yaşlarda) bütün kontrollerimiz kaybolur. Artık kendi benliğimizi anlamanın zamanı gelmiştir yada büyük bir hüsrana uğramaya.

Bir çok insan bu dramın yansıtma olduğunun farkında değildir ve bütün enerjisini kendilerini bütünleyeceğini sandığı insanı elde etmek için harcar. Karşıdaki insanın kim olduğu da aslında pek önemli değildir, eski bir aşk, genç bir vücud, platonik sevgili, ilgisini ve beğenisini belli eden bir kişi bu yansıtmaya aday olabilir (nede olsa aradığımız bütün özellikleri ona yansıtıyor olacağız değil mi?) Bu aşk, ateş, cazibe, macera, çekim bizi bir süre oyalayabilir ama hiçbir zaman içimizde ifade edilmek istenen yönümüze yardım etmez aksine iç dünyamıza vereceğimiz dikkati dışarıya verdiğimiz için içimizde boşluğu yaratan problemlere ekleme yaparız.

Kişilerin içsel büyümesi bütün olarak bir büyüme değildir. Zihnin ayrı ayrı parçalarını farkedip, onların geliştirilmesidir.

Karşılıklı yansıtma gerçekleştiği zaman artan fantazi ve erotiklik psikolojik açıdan semboliktir. Kişi kendi içine girip, bütünleşmek istemektedir. Yansıtma eninde sonunda biter ancak ne kadar uzun sürerse o kadar uzun süreli ve sevgi dolu ilişki potansiyelinden uzaklaşılır. Birçok ilişki yansıtmanın bitişi ile sona erer ve aynı döngü bir başkası ile tekrarlanır. Bazıları aşık olduğunu zannettiği kişi ile evlenir, sonra onun düşündüğü kişi olmadığını anlar. Diğer taraftan yansıtmaya maruz kalmış insan ilk heyecanın ardından, bu yansıtmanın ağırlığında ezilir (bugün hayran olunan birçok sanatçının yaşadığı psikolojik travma bu sebeptendir.)

Bu tür arzular hissettiğimiz zaman bireyleşme sürecimizin başlaması gerekmektedir. İlk önce iç dünyamızda bir yolculuğa çıkmamız ve neler yapacaksak daha sonra kontrollü bir şekilde yapmanız doğru olandır. İçinde bulunduğumuz durum büyük değişimlerin habercisidir ve en büyük değişim kendi içimizde yaşanmalıdır.

Gerçek Aşk!

Yansıtmalarımızdan bir an önce kurtulup, partnerimizi olmasını istediğimiz gibi yada bize verecekleri için değil, onu olduğu gibi sevmeye başladığımızda gerçek aşka demir atılır. Bunu yapan iki kişinin arasındaki aşk giderek büyüyecektir çünkü gerçektir. Gerçek aşk, yansıtmadan farklı olarak karşıdakinin kendine has kişiliğini destekler, kendimizin bir aynası ya da içimizdeki mükemmel ebeveyn özlemi değildir. Unutmayalım, biz ne kadar bir başkası ile tamamlanmak istersek o kadar karşıdakinin kişiliğini red ederiz. Böyle bir aşk gerçek değil bir hayaldir.

Pelin Hattatoglu

Hiç yorum yok: